13 Mart 2009 Cuma

tarık tufan/film bitiyor, tükeniyorsunuz

Bir film izler gibi izliyorsunuz hayatı. Dışarıdan ve telaşsız. Olup biten hiçbir şey sizi etkilemeyecekmiş gibi. Bir film izler gibi olaylara bakıp, sonra hiçbir şey olmamış gibi çekip gideceksiniz dostlarınızın yanına. Akşamüstlerinde topladığınız evlerde, konuşacak konularınız olacak böylece mezelerin arasında. İkiyüzlü sohbetlerin arasında tüketilecek başkalarının ölümü.

Siz hep başkalarının ölümlerini konuşacaksınız. Bir gece yarısı asfalta düşmüş bir adamın hikayesini içeceksiniz birlikte. Bir otelin tuvaletinde kolunda şırınga ve bileklerine kan sızarken gazete fotoğraflarına düşmüş bir kızın hikayesi zenginleştirecek kokteyl sohbetlerimizi.

Acı hep başkalarının hayatına düşecek ve siz hep mutluluğu oynayacaksınız. Bir sabah çıkıp da bir daha gelmeyen çocuklar, başkalarının çocukları olacak. Sizin çocuklarınızın hangi barda sabahladığını nasılsa öğreneceksiniz. Kaybolan çocuğunu kalabalık bir caddenin ortasında, elinde taşıdığı resimle arayan anne asla dünyanıza giremeyecek. Sürüklenirken caddenin ortasında o kadınlar siz yine bir film karesini izlermişçesine bakacaksınız, sonra süslü vitrinlere kayacak bakışlarınız. Siz oğullarınızı hiçbir zaman elektrik direğine asılan fotokopi kağıtlarla aramayacaksınız.

Bir cezaevinin önünde, açlığın ölümcül soğukluğuna düşen bir genç kızın babasının çaresizliğini anlamayacaksınız. İçeride ölüme yatmış kızına ağlayan bir baba değilsiniz siz. Çocuğunuzun kredi kartlarını öderkenki hislerinizle benzeşmeyecek asla. Kızı kendini yakıp bir meşale gibi ortalığa düşerken çaresiz babasının yüzüne bakacak cesareti bulamayacaksınız.

Bir filmi izler gibi izliyorsunuz hayatı.

Bazen korkunç bir sahnede gözlerini kapatan ya da yana çeviren bir izleyici gibi. Üçüncü sayfalarda ötekilerin trajedileri yaşanırken, siz bol fotoğraflı ve renkli sayfalarda elinizde kadehlerle, kahkahalar atarken ve gösterişli kıyafetler içinde boy göstereceksiniz.

Okul önlerinde bekleyen kızlar hep başkalarının kızları olacak ve siz kimi gecelerde gösterişli peruğunuzu takarken, bir başkasının taktığı perukla, kişiliğine ve kalbine nasıl yabancılaştığını anlayamayacaksınız. Hayatını barlarda geçiren çocuklarınız nasılsa bol paralı, yabancı üniversitelerde okuyacak.

Emekli kuyruğunda başkaları düşecek.

Bir hastanede ölümüne sıra bekleyenler diğerleri olacak. Ya da yeni doğan bebeği rehin kalan hep başkaları.

Bir filmi izler gibi izliyorsunuz hayatı.

Kirli ilişkileriniz, ağzı salyalı şehvetleriniz, umursamaz bakışlarınız çirkinleştiriyor yüzünüzü. Nefret dolusunuz ve yeriniz hep iyi yerlerden ayrılsın istiyorsunuz. Kendi cam kafeslerinden bakıyorsunuz hayata. Kendi lanet olası mekanlarınıza sokmak istemiyorsunuz kimseyi. Biri gelecek olsa iğrenmiş bir bakışla süzüyorsunuz. Oyunda kralı oynamak size kalırken, başkaları hep soytarıyı oynuyor.

Anlamıyorsunuz ve anlamayacaksınız.

Üst üste intihar eden onlarca kadına, bilmiş bir yüz ifadesiyle, bildik sıfatlar yakıştıracaksınız. Çocuğuna hayatı boyunca muzlu puding alamamış bir kadının böylesi bir hayalini anlayamayacaksınız. Bir şeyi isteyip de alamamak nedir bilmiyorsunuz. Bir şey için aylarca beklemek ve vitrinlerin önünde iç çekmek yok hayatınızda.

İstediğiniz her şeye sahip olmak olağan geliyor size. Çünkü istediğiniz her şeyi aldınız bugüne kadar. Kimilerinin hayatlarını dahi.

Bir filmi izler gibi izliyorsunuz hayatı.

Ölüm hep başkalarına bulaşıyor.

Acı hep başkalarına.

Gitgide kirleniyorsunuz oysa.

Gitgide çirkinleşiyor yüzünüz.

Film bitiyor artık.

KRALİÇENİN PİRELERİ
Tarık TUFAN
Birun Yayıncılık
1. Baskı, 2002, Sf. 111-113

15 Şubat 2009 Pazar

MFA/ ELİF'E DAİR

Elif’e dair,

Sokaklarda yapayalnız sabahın erken vakitleri seni görmek içindi her şey.Sadece ayak seslerim ve düşlerim vardı boş sokaklara yansıyan.Bir de tebessümün… Gözlerimin önünden gitmeyen…O sımsıcak karşılamaların,hiç bıkmadan kapıyı açmaların…
Gözlerindeki gülümseme beni hayata bağlamıştı sımsıkıca.
Sonra ilk senden öğrendim “ nasıl gidiyor hayat” felsefesini.Cevaplar aradım, büyük sandım kendimi sana ulaşabilecek kadar büyük.Sorular içinde boğuluyordum;fakat sana ulaşamıyordum.Tüm kelimelerini,bütün harflerini,dudaklarından dökülen bütün cümlelerini birleştiriyordum;fakat sana ulaşamıyordum.Seni ulaşılmaz yapan neydi böyle onu da bilmiyordum.Ulaşılmaz bir güzelliğin vardı hiç gitmeyen aklımdan hala ve şimdi. Ve bir telefon trafiğine takıldığımda anladım kaybettiğimi seni.İlk arayandın sen, halbuki ilk arayan sen olmamalıydın.
Görmeden sevip de araya girenler ise seni benden iyice uzaklaştırmışlardı.Artık ne tebessümün ne de sımsıcak bakışların vardı.Çünkü aramıza girilmiş ve yok edilmiştik. Sokaklar beni soruyormuş, yansımalar beni arıyormuş her yerde.Kapılar hüzünle açılır olmuş tüm yüzlere.Arayan gözler bulamaz olmuş.Soran diller cevap alamaz olmuş.Çünkü aramıza girilmiş ve yok edilmiştik.
Sigaraya başladım ayrıldım ayrılalı senden.Her içime çektiğimde dumanı, adını yazmak istedim;ama başaramadım. Seni dumanların içinde boğamazdım. Olmasan bile benim için vardın.Geçtiğin yollara bakıyordum artık hiç olmazsa hayalini görebileyim diye.

Yıllardır paylaştığımız koca şehri terk edince sen,her şey daha da üstüme gelmeye başladı.Koca şehir üstüme yığılıyordu.Altında ezilmek ve seni ebediyen görememek. Ya da yığıntıların arasından sıyrılıp hakikati aramak. Tercih benim miydi yoksa bana tercih hakkı veren yaratıcının mı?
Ve ben de gittim koca şehirden.Hem sevinç hem hüzün.Otobüsün kalkışına dakikalar kala bana hızla yaklaşan hayali sen sanıp koşuyordum sana gelebilmek için.Koşuyordum çılgınca, gözlerim her yerde seni arıyordu.Koşuyordum çılgınca…Hayalini nerde görsem o yöne koşuyordum;ama sen yoktun. Diz çöktüm, başım ellerimin arasında kulaklarımda uğuldayan bir ses. Sonra yalvardım yaratıcıya “beni Sen’ siz bırakma” diye.
Cam kenarında… elim, başım ile cam arasında.Küçücük bir şehre giderken aklım hep hayallerimi bıraktığım koca şehirde.Haberler saldım koca şehre senin hatırına. Buluşmalarımızın anısına “koca şehre sahip çıkın” dedim dostlarıma. O küçücük şehirde hep senin adını andım;fakat kimselere kim olduğunu söylemedim.Hep sakladım seni bugünkü gibi.Adın nerede anılırsa anılsın ben kendimi hep orada hissediyordum.Senin hatırına ilk oldum ismin gibi. Senin hatırına ilk oldum…
Kimselerden kaçırmak için bir adım daha yaklaştım sana.Ne garip duygudur ki yaklaşsam bile sana sen yoktun ki…
Yanı başında idim…Uzatsam elimi değerdim… Gözlerini görebilsem görürdüm…Tebessümlerini hissedebilirdim…Sokaklarda yalnız yürüyen ben, “seni seviyorum” diyebilse idim…Yaratıcıya yalvardım “beni Sen’ siz bırakma” diye…

Seni sonsuzluğa uğurladığım gün yaşama hakkımı vermişti yaratıcı bana;belki de senden O’na bir yol vardı ve benim o yolda olmam gerekiyordu. Demiyor muydu yaratıcı “ömrünün sonuna kadar benimle ol” diye. Sonsuzluğa uğurladığım gün seni; yaratıcı bir resim bahşetti, ömürlüktü, dediği gibiydi O’nun.
Ve seni bir İstanbul sabahı mabet ile buluşturduğum gün,hani aramıza gireni gördüğüm gün,sensizlik ve sessizlik başlamıştı. Artık sen yoktun. Sen O’ydun.
O ise Yağmur…

bir gece vakti
5 Temmuz 08
MFA

5 Ocak 2009 Pazartesi

MUHAMMED SADIK ÖKSÜZ/Görüntü ile Gerçeklik ayrımına Kur’ânî bir yaklaşım

Görüntü ile Gerçeklik ayrımına Kur’ânî bir yaklaşım

Musa (a.s) ile Hızır (a.s) öyküsünde (Kehf Sûresi 60–82) mânevî/rûhânî uyanış teması anlamlı bir değişime uğrayarak insanın zihnî sorunlar dünyasına ve nihaî gerçekler peşindeki arayışına dönüşür.
Görüntü ve gerçeklik, öykünün ortaya koyduğu kadarıyla, temelden farklı şeylerdir –öylesine farklı ki, neyin görüntü, neyin gerçek olduğu konusunda bize ancak sezgisel kavrayış bir fikir verebilir.[1]
[1] Kur’an Mesajı /meal-tefsir/Muhammed Esed/işaret yay./s. 583

Bu ise Allahın, dilediği kadarıyla, dilediği kimseye vermiş olduğu bir bilgidir.


Hadis-i şerifte kıssa şu şekilde anlatılmaktadır:

Mûsa (a.s), Benî isrâil’in arasında onlara hitap etmek için ayağa kalktı. Kendisine insanların en âlimi kimdir diye soruldu. Mûsa: “En âlim benim.” dedi. Bunun üzerine Allah onu muâheze eyledi. Çünkü ilmi Allah’a tefviz etmedi. Allah ona: “İki denizin kavuştuğu yerde benim kullarımda bir kul var, o senden daha âlimdir.” diye vahiy indirdi. Mûsa:
“ Ey rabbim! Benim için onunla buluşmanın yolu nedir? “ diye sordu.
Kendisine:
- Bir zembilin içine bir balık koyarak sırtına al. Bu balığı nerede kaybedersen, o zât oradadır, denildi.

Mûsa yola revân oldu. Onunla birlikte hizmetçisi de yola çıktı. (bu zat Yûşa b. Nûn, idi)
Mûsa (a.s) bir zembilde balık taşıyordu. Hizmetçisi ile birlikte yürüyerek gittiler.
Nihayet bir kayaya vardılar. (orada) gerek Mûsa (a.s) gerekse hizmetçisi uyukladılar. Derken zembildeki balık harekete gelerek zembilden çıktı. Ve denize düştü.

Mûsa ile hizmetçisi günlerinin kalan kısmı ile geceyi de yürüyerek geçirdiler. Mûsa’nın hizmetçisi ona balığı haber vermeyi unutmuştu. Mûsa (a.s) sabahlayınca hizmetçisine:
- Sabah kahvaltımızı getir. Gerçekten bu yolculuğumuzda zorlandık, dedi. Halbuki balığı kaybettikleri yere gelinceye kadar yorulmamışlardı. Hizmetçi:
- Gördün mü, kayaya geldiğimizde ben balığı unuttum, onu hatırlamayı bana şeytan unutturdu. Ve denizde yolunu tuttu! dedi. Mûsa:
- İşte bizim istediğimiz buydu, dedi. Hemen kendi izlerini takip ederek geriye döndüler. Nihâyet kayaya geldiler. Orada elbisesine örtünmüş bir adam gördüler. Mûsa ona selam verdi. Hızır ona:
- Buralarda selam ne gezer?
- Ben Mûsa’yım!
- Benî isrâil’in Mûsa’sı mı?
- Evet!
- Sen Allah’ın ilminden bir ilmi bilmektesin ki, Allah onu sana öğretmiştir. Onu ben bilmem. Ben de Allah’ın ilminden bir ilim üzereyim ki, onu bana öğretmiştir. Onu da sen bilmezsin, dedi. Mûsa (a.s) ona:
- Sana öğretilenden hakkı bana öğretmen şartıyla sana tabi olabilir miyim? Diye sordu. (Hızır) :
- Sen benimle beraberken sabra takat getiremezsin. İyice bilmediğin bir şeye nasıl sabredebilirsin ki? dedi. (Mûsa) :
- Beni inşallah sabırlı bulacaksın. Sana hiçbir hususta karşı gelmem, dedi. Hızır ona:
- O halde bana tabi olacaksan, bana hiçbir şey sorma. Tâ kî kendim sana ondan bir şey anıp söyleyinceye kadar! dedi. Musa:
- Pekâla! Cevabını verdi. Müteakiben Hızır’la Mûsa deniz sahilinden yürüyerek yola revan oldular. Derken yanlarına bir gemi uğradı. Bunlar kendilerini gemiye almaları hususunda gemicilerle konuştular. Gemiciler Hızır’ı derhal tanıdılar. Ve ikisini de ücretsiz olarak gemiye bindirdiler. Derken, Hızır geminin tahtalarından birine vurarak onu çıkardı. Bunun üzerine Mûsa ona:
- Bir cemaat bizi parasız gemilerine bindirdiler. Sen onların gemisine kastederek yolcularını boğmak için zarar verdin. Gerçekten çok büyük bir iş yaptın, dedi. Hızır:
- Ben sana benimle beraber sabra güç yetiremezsin demedim mi? dedi. Mûsa:
- Unuttuğumdan dolayı beni azarlama, işimde bana güçlük çıkarma, dedi. Bundan sonra gemiden çıktılar. Sahilde yürürlerken bir de baktılar ki, bir erkek çocuk diğer çocuklarla oynuyor. Hızır hemen onu tuttu ve öldürdü. Bunun üzerine Mûsa:
- Mâsum bir nefsi kısas hakkın olmaksızın öldürdün mü? Gerçekten yadırganacak bir şey yaptın! dedi. Hızır:
- Ben sana benimle beraber sabra güç yetiremezsin demedim mi? dedi. Mûsa:
- Ama bu birinciden daha şiddetli idi, dedi ve ilave etti: bundan sonra sana bir şey sorarsam bir daha benimle arkadaşlık etme. Benim artık özür beyan edecek durumum kalmadı, dedi. Yine yürüdüler. Nihayet bir köye vararak köylülerden yiyecek istediler. Onlar kendilerini misafir etmekten çekindiler. Bu sefer giderken köyde yıkılmak üzere olan bir duvar buldular. Hızır hemen onu doğrulttu. Mûsa ona:
- Bir kavim ki, kendilerine geldik de bizi ne misafir ettiler, ne de doyurdular. Dilesen bunun için ücret alabilirdin, dedi. Hızır:
- Artık bu senle benim aramızın ayrılmasıdır. Sabredemediğin şeylerin içyüzünü sana haber vereceğim, dedi... ( Kehf Sûresi ,78-82 )

Rasûlullah (s.a.v) buyurmuşlar ki: “ Allah Mûsa’ya rahmet eylesin. Dilerdim ki, sabretmeliydi de Hızır’la beraber görüp geçirdiklerini bize anlatmalıydı...”


Allah teâlâ bu kıssayı Peygamberimizin şahsında bize de sunmaktadır ki, “İnsan âciz bir varlıktır ve Peygamberler dahî Allah’ın bilgilendirmesine muhtaçtır.”

Allah’u a’lemu...

27 Aralık 2008 Cumartesi

ÖMER YUSUF CAN / MERAKLI MELAHAT

Merak ettim, ben merak üzerine bir yazı yazabilirmiyim diye. Merakımı gidermek için oturdum bilgisayarımın başına, parmaklarım klavyenin üzerinde gezinmeye başladı. okul yıllarımda yurtta bir belletmenimiz vardı marmara ilahiyat okuyor, onu fevzi paşa caddesinde gördüğümde kulağına taktığı kulaklıkta ne dinlediğini çok merak ederdim. kendisi spor giyinen hatta günümüzde hiphop denilen bir tarzı vardı. Acaba rap mı dinliyordu, yoksa ilahi ezgi falan mı? ikinci seçeneğe fazla rağbet ettiğim söylenemez. ilahiyat okuyor ya hani belki dinliyordur ne bileyim işte. Merakımın başlangıcını merak ettiğinizi düşünmüyorum. Fakat ben yine de yazacağım. Dünyaya nasıl geldiğini merak edenlerden değilim. Hayret ! oysa her çocuk merakını gidermek için sorduğunda, leyleklere havale edilirdi çocukluğumda. Ben bir yağmur damlasının nasıl birbirine değmeden yeryüzüne indiğini merak etmişimdir hep. Bu yaşıma geldim (hangi yaşına?) hala merak içerisindeyim. Merakımı giderecek bir ip ucu buldum ,her yağmur tanesini bir melek getirirmiş yeryüzüne. peki bundan sonra ben merak etmeyeyeyimmi meleklerin kanatları birbirine değiyor mu peki? ya da meleklerin bir kanadı varmı? sonra bir şiir okudum diyor ki şiirde ‘
’her yağmur tanesini bir melek indirirken yeryüzüne her yalanı yüz şeytan taşıyor olabilir mi? ‘’ şairde meraklı sanırım. gerçekten meraklımı olup olmadığını merak ettim şimdi? Merak alanım genişliyor, daralıyor beni daraltıyordu. Namaz kılarken yanımda ki adamın ne okuduğunu çok merak etmişimdir. Acaba herkes gibi kevserle ihlası okuyup devammı diyor hayata? Ben günümüzde merak ile söylenen kem sözlere karşı bir insanım merak ediyorumda benim gibi karşı olan insanlar var mı dır? onlara desem ki meraklılar derneği kursak acaba olumlu yanıt verirler mi bana? neyse kem sözlere dönelim. bu devirde insanın başına ne gelirse meraktan gelir. fazla merak sağlığa bile zararlıymış,gerçekten zararlı olabilir mi? çok merak eden insana meraklı melahat diyorlar gerçekten de tarihte meraklı bir melahat olmuş mu acaba? acaba bu sözleri söyleyenlerin atasözü fıkra vs. uydurup müslümanlar’a empoze edilmeye çalışılan bir fikir mi ki diye merak ettim? ben böyle olduğunu düşünüyorum!!! acaba siz ne düşünüyorsunuz diye de merak etmiyor değilim?

Şimdi konuyu burda toparlayalım, biraz günümüzde desem kızarsınız bana fakat demeyeceğim merak etmeyin. iyilik bile kötüye kullanılabiliyorken merak neden kullanılmasın değil mi? Şöyle oluyor ki karşılık beklenen iyilik nasıl iyilik vasfını kaybediyorsa, insana yarar sağlamayan merak ta merak değildir. peki merakın nasıl insana faydası olduğunu merak edeniniz oldu mu? acaba bu satırları okurken dünya Busha atılan ayakkabıyı ve o kahramanı (acaba gerçekten kahraman mı?) manşetinize taşırken bu merak ta nerden çıktı acaba diyormusunuz ki? ve bu krizin ortasında düşünülecek şey mi yahu diyeniniz bile var mı dır merak ediyorum? geçenlerde gelen bir maili okudum ve orda bir bilim adamının Müslüman olduğu ve dahi kainattaki her bir varlığın Allahı zikrettiği ile ilgili bir maildi.Merakımdan okudum inanın yoksa gelen bir çok maili okuma alışkanlığım yoktur. Adam merakını gidermiş ki ne merak, acaba nasıl olur falan diye kuranda geçen bir ayete binaen sivrisineği araştırmış(ayet ne diye merak edenininz varsa yok artık araştırsın benden medet ummasın yahu) ve o ahenkli sesi yakalamış kanatlarının çırpınışında ''Allah'' işte merakın faydalısı. Adam hidayete ermiş, senin benim kardeşi olmuş, ne güzel şimdi burda olsa enseye bir şaplak atar iyi kide meraklısın be birader derdim.tepkisini merak ettim şimdi? merak var ,merak var! kardeşim yazının burasına kadar merak ettiğim şeyler bana birşey kazandırmadı. o zaman merakım mahalle arasında ellerinde dantel, gece karşı komşunun evindeki gürültüleri merak eden kadınlarınkinden ne farkı var. değil mi? acaba bana katılıyormusunuz diye merak ediyorum? ve dahi bu yazıyı kaç kişi okumuş, acaba beğenilmiş mi gibi sorularda bende merak konusu.hatta bu resimle konunun ne alakası var diye merak ediyorsanız bende bilmiyorum inanın, bir alakası olmasa gerek.

merak ediyorum da neden bu kadar çok merak ediyorum?

21 Aralık 2008 Pazar

MUHAMMED SADIK ÖKSÜZ/KAFASI KARIŞIK ADAM

Diyelim ki vahiy yok..peygamberler yok…
O halde nerde gerçek nerde yalan?…

Hayaller gerçek olabilir mi? Bir var bir yoklar…
Yaşananlar gerçek olabilir mi? Bir var bir yoklar…
İnsan gerçek olabilir mi? Bir var bir yok…
Ya düşünceler? Öldükten sonra ya da komadayken düşünebilir mi insan?
Düşünceler de gelip geçici mi yoksa?!
Duygular..Aşk, Sevgi, Nefret, Gurur..hiç biri yok mu yani aslında..

Bir görünüveriyorlar bir kayboluyorlar….....ya da biz bazen gördüğümüzü sanıyoruz?!

Ya ölüm? İşte tek gerçek mi diyoruz? Peki, sürekli ölebilir mi insan?
Bir var bir yok mu yoksa ölüm de?
Ölüm denen şey de nedir ki? Biz onu fani aklımızla, düşüncelerimizle bilebilir miyiz?
Nerede gerçek? Nerede yalan? Yolculuk nereye? Nereye gidiyor insan hızlı hızlı yavaş yavaş?

Şeyler…
Bir var bir yok olan şeylerle dolu her şey…
Peki, gerçek olan var olmaları mı? yok olmaları mı?…
Asıl olan var olmak mı yok olmak mı?…
Çok mu septik oldu bu sorgulama?

Nereye varmaya çalışıyor insanın çaresiz aklı?
Aa bak burada bir tanrı var..bir de benim bunu düşünen aklım..hadi ya!!
Biraz da dışardan baksan olaya? Dünyaya mesela yıldızlardan?
Evrende dünyayı bul deseler bulabilir misin?
Düşüncelerin arasında tanrıyı bulduğunu iddia eden sen!
İnanmak gelmiyor nedense sana içimden..her gece kendini unutan fani içimden…

Nerde gerçek nerde yalan..al biraz da sen oyalan…

Vahye muhatap aklın özelliklerinden birini hatırlatıp:
“Onlar ki Gayb’e iman ederler…” buyururken Allah’u teâlâ…
Vahiysiz kalmış aklı: hayvan pisliği üzerindeki saman çöpünün üzerinde..
kendini okyanusta bir geminin kaptanı sanan haşereye benzetirken..
Ne kadar da haklı Hz. Mevlana…


Boş versene dostum senin olsun spekülatif felsefen, akılcı kelamın..diyecekken
Bir ses geliyor: “bir engelli koşuda engellere takılıp kalanlar, engelleri zor da olsa geçenler..
Engelleri aşıp hedefe doğru hızla ilerleyenler olmasından daha doğal ne olabilir ki


“ Bizleri, agnostik/septik/spekülatif düşüncenin karanlıklarından
Gönderdiği Peygamberler ve Vahiyle kurtaran Allah’a hamdolsun

28 Ekim 2008 Salı

MFA/KİTAPÇI

Bir kitapçı dükkanının emanetçisiyim…
Her sabah kapıyı açtığımda yalvarıyorum Rabb’e : “ İnsanlar bugün kitap okusun, bugün insanlar Allah’ı tanısın,insanlar bugün kainatı tanısın.” diye.Her sabah kapıyı açtığımda içimi rahatlatan, nefes üstüne nefes veren bir koku yayılıyor yüreğime.Mutluyum geçmişte yaşadığım her şeye rağmen.Mutluyum her sabah kapıyı açtığımda gözlerimde yaş olmasına rağmen.Her sabah mutlu olmanın sevincini yaşıyorum iç dünyamda. Tebessümlerimde bunu görebiliyor ve dışa yansıtabiliyorum.
Her sabah kapıyı açtığımda kitapların içinde kendimi görüyorum.Bütün yazılanlarda kendimi buluyorum.Her kitabın isminde kendi ismimden harfler arıyorum.Bütün kitapları okumak istiyorum.Bütün yazılanları yazmak istiyorum.Tüm kitapların baş harflerini bir araya getirip yeni bir dünya kurmak istiyorum.
Kitapçı diyaloglarında bu dünyalardan bahsetmek ve tüm insanlığı bu dünyaların içinde görmek. Her sabah kapısını açtığım kitapçı dükkanını benim için dünyanın kalbi yapıyor Yaratıcı.Dünyanın kalbi ve ben…Bir insana kainatı, keşfedilsin diye, saklayan Yaratıcı bir kitapçı dükkanına koca bir dünyayı niye sığdırmamış olsun ki?
İnsanlar var her şeye rağmen kitap okuyan.İnsanlar var kelimelerde kendilerini bulan.İnsanlar var cümlelerle hayatı kucaklayan.Metrekarelik alana yığın insanlar geliyor.Tek amaçları var kopmamak hayattan…Tek amaçları var kopmamak hayattan…

Sonra güneş batıyor…İnsanlar evlerine dönüyor. Ellerinde hiç bırakmadan sımsıkı sarıldıkları kitapları…
Elleri bomboş, sımsıkı sarılamadıkları hayatları… Sokaklar bomboş…Sadece ışıkları yanan kitapçılar var…Son dakika kitap düşkünleri geliyor metrekarelik alana. Alıp gidiyor istediği kelimeleri, alıp gidiyor hayalindeki kahramanları ve alıp gidiyorlar kendisini hayata bağlayacak cümleleri.
Kitapçı dükkanı kapanıyor…Ay güneşini beklerken…
Bütün ışıklar sönüyor.Kalan sadece kelimelerin ışığı, kalan sadece cümlelerin ateşi ve kalan sadece birkaç damla gözyaşı.Açarken kitapçı dükkanını nefes veren sana şimdi alıyor o nefesi senden.Güneşin doğuşuna kadar sabret diyor yeni bir nefes için.Güneşin doğuşuna kadar sabret yeni bir mutluluk için.Dakikalar sonra geleceksin; fakat ayrılamıyorsun kitapçı dükkanından…
Kitapçı dükkanı kapanıyor…Güneşin doğuşunu beklerken…Vitrinde aydınlatılmış kitaplar kalıyor sadece... Geride yaşanılacak hayatlar kalıyor… Geride güneşin doğuşunu bekleyen bir yürek kalıyor…
Kitapçı dükkanı kapanıyor…Gözyaşları güneşin doğuşunu beklerken…

10 Haziran 2008 Salı

MÜSLÜMANCA YAŞAMAK/ RASİM ÖZDENÖREN















-İnsanların ihtilaflarını bir kenara iterek bir takım ortak temellerde bir araya gelmeleri istenebilir ve özlenir bir durum gibi görünse de bu durum birleşmenin karar veren ayrı dünya görüşüne sahip kümeler bakımından sahte bir biraraya gelme yi ifade etmekten geri durmaz.(9)

-Asgari müştereklerde birleşmek isteyenler aslında bir mesafe almak için değil,ihtilaflarını ‘’şimdilik’’dondurmak hususunda karar sahibidirler.(9)

-Aynı ülkede yaşayan Müslümanlarla müşriklerin aynı gemide olduklarını söylemek kolayımıza gidiyor olmalı.aynı gemide bulunduğumuza inananlar bu gemi batarsa diyorlar hepimiz birden batarız.eğer gerçekten hepimiz aynı gemiye binmişsek söz konusu çıkarım şüphesiz doğrudur.ama gerçekten aynı gemide mi bulunuyoruz?(10)
Aynı gemide bulunduğumuzu iddia edebilmek için aynı amaçla ve aynı hedefe doğru yola çıktığımızı kabul etmek gerekir.peşin olarak böyle bir varsayımdan hareket edince de gemiyi kurtarmanın telaşı bize düşüyor.(10)




-Müşriklerle aynı gemide bulunduğumuzu farz eden bazı Müslümanlar geminin kurtarılması doğru bir rotada yürümesi için çareler tedbirler öneriyorlar.fakat asıl geminin rotasını değiştirmenin elimizde olmadığını görünce hiç olmazsa daha sarsıntısız midemiz daha az bulanarak gidebilmemiz için fikirler öne sürüyorlar.yani bu gemi gitmeye gidecek bizde onun içinde bulunuyoruz bari kazasız belasız gideli demek istiyorlar.(11)





-Aynı gemide bulunduğumuzu kabul ediyorlarsa bu bu önerileride öyle akla aykırı gelebilecek bir yan yok ama ben tekrar soruyorum;acaba sahiden aynı gemide mi bulunuyoruz?(11)

-Bu gemi benzetmesine aklı yatanlar,sözgelimi diyorlar ki şu maruf sistem değişse ne iyi olur!bu gün profan bir zemin üzerinde işleyen bu sistemi ‘’menevi’’bir zemin üstüne oturtabilsek,bu yolculuğu daha sarsıntısız atlatırız.böyle bir önermenin geminin gideceği rotayı değiştirmeden kamaralarımızdaki oturacak yerleri daha yumuşak bir hale getirmek olduğunu acaba fark etmiyorlar mı?(11)

-Eğer aynı gemide bulunuyorsak ve geminin rotasını değiştirmek elimizden gelmiyorsa bu gemi dahilin de yapılabilecek bazı iyileştirmelerden ne çıkar?(11)

-En iyisi aynı gemide bulunma iddiası reddedilmelidir.o zaman kendi gemimizin yürütülmesi konusunda daha salim kararlar atabileceğimiz gibi,birde müşrikleri kurtaramadık diye vicdan azabına katlanmak zorunda kalmayız.(12)

-Müslümanlar kendilerine mahsus avantajlarının bilincinde olabilseler di,şimdi ki yerlerinden daha farklı bir yerlerde olabilirlerdi.ama bu avantajları,işler hale getirilmedikçe işe yaramayacaktır.bu avantaj,yükte hafif pahada ağır bir şeydir:müslümanca yaşamak!(14)

-Harikayı görmek için yükseltilmiş olan babil kulesi sadece körlüğün remzi olmuştur.bir yazarın dediği gibi,tanrıya yükselmek için değil,tanrıyı yere indirmek niyetiyle inşa edilmiş babil kulesi oluş harikasını görmeye yeryüzüne dikilecek hiçbir babil kulesi kafi gelmeyecektir.kuleyi kendi yüreğine yükselteceksin.o zaman o kulenin her cihetinde yeni bir harika göreceksin(17)

-Görmenin düzenini Allah öğretti.onun öğrettiği yol dışında bir yol denemek boşuna uğraşmaktır.insan sahiden görmek istiyorsa,kendisine öğretilen yola teslim olacaktır.(17-18)


-Sanılmasın ki,islama karşı olanlar islamı gerçekten bildikleri için karşı koyuyorlar.gerçekte bugün islama bilinçli yada bilinçsiz karşı koyanların tümü diyebileceğimize yakın çoğunluğu İslam hakkında doğru dürüst bir bilgi edinmiş değiller.nerde kaldı,olup bitenleri,çevrelerini,dünyayı müslümanca bir bakışla görmek…işte bu yüzden,müslümanca bakışın farklı olduğunu duyumsatabilirsek,bu bile kazanç sayılmalıdır diyorum…(18)

-….bugün yaşayan Müslümanlar uzun sürmüş bir tarihi yıkımın artıklarından neşvünema bulmuşlardır.bu yüzden çeşitli kümelerin Müslümanlar arasında bir tefrika olarak değil fakat bir canlılığın ifadesi olarak değerlendirmenin yerinde olacağını sanıyoruz(28)

-Kendi mizacımıza yetişme tarzımıza kavrayışımıza uygun düşen bir mücadele yolunu genelleştirmeye girişme gayreti yerine her çeşit mücadele tarzına müsamahayla bakıp onların yararlı olabildiği alanlarda bizimde onlara yardımcı olmaya çalışmamız daha verimli bereketli bir iş olur,denemez mi?(30)

-Müslümanlar bile kendilerinin ne olduğunu anlamaktan uzaklaşmışlarken,başkalarının Müslümanları tanımaları mümkün müdür?islama karşı art niyetli düşmanca tavrı bir kenara bırakıyoruz.dinin bunlara verdiği ad bellidir ve tanımlanmıştır:kafir.Allah’ın hidayeti ulaşmadıkça bunlar için yapılabilecek bir şey yoktur.(45)

-…..Türklerse;dine Allah indinde din İslam olduğu için değil atalarının dini olduğu için hürmet ederler.onlar Allahın dini ile amel ediyordu,bunlarsa ‘’hürmet’’ediyorlar.
Bu yüzden ne zaman bin yıllık tarihimiz diye başlayan bir söz işitsem irkilirim.çünkü bu sözün altından mücerret bir din gayreti yerine battal bir kavmiyetçiliğin kokusu çıkar…(47)

-Bu insan Müslüman olma statüsünü bi yandan bir kültür geleneğini sürdürme ve o geleneğe uyma adına korumak isterken,bir yandan da batı uygarlığı ve kültür değerleri karşısında kendince artık geçerli bulmadığı bazı İslam kurumları halen uygulanabilir nitelikte saymamaktadır.bu bakımdan tıpkı Hıristiyanlar gibi dini Allah ile kul arasında bir mesele olarak görmekte,fakat bu görüşün İslam da farklı bir kavramı,farklı bir anlayışı ifade ettiğini kavrayamamakadır.
Bugün Müslüman mesala faizin haram olduğunu bilir,bilmekle kalmaz faizin haramlığına içtenlikle inanır,fakat mevcut dünya geçerliliğini yitirdiği faizsiz bir iktisadi hayatın mümkün olmadığı zehabını da taşır.aslında burada gizlice helali haram veya haramı helal kılan bir görüşe de sahiptirler.fakat kendisine bu görüşte olduğu söylense,onu da reddeder.(50)


-Asrı saadet geçmişte kalmış bir zaman kesiti değil,fakat bir yaşama tarzıdır.(56)

-Müslüman’ın çabasının asıl özelliği,içeriği,kendi doğrularını ortaya koyma noktasında toplanıyor,diyoruz.başkalarının yanlışlarını düzeltmekten,onları düzelteceğim diye uğraşmaktan çok,kendi doğrularını ortaya koyarak onların genel geçerliliğini sağlamak öne alınmalıdır(57)

-‘’ömürlerinde hiç kuran okuyup incelememiş ve şeriat üzerine bildiklerini de hiçe sayan genç bir Müslüman yinede Müslüman olduğunun farkındadır.hem de şiddetle.(67)yeni ufuklar sayı:75 yıl:1985



-Kendi kendimizi eleştirmeye de alışmalıyız.fakat müslümanlar otokritik özeleştiri ruhundan öylesine uzak duruyor ki zaman zaman bu yolda yapılan akışlar neredeyse yadırganır hale gelmiştir.(75)

-İslam başka düşüncelerle telif edilmeye karşı mütehammil değildir.o,ya bütünüyle vardır,ya yoktur..öyleyse diğer düşünce sistemlerinde olduğu gibi arasında ‘’birazda İslam bulunsun’’diye düşünülemez.(77)

-Aslında ilim denen vakıanın mücerret gayesi,insanın kendi nefsini beğenmekten alıkoyması,artı,ilimde derinleştikçe,kendi hiçliğini,aczini daha derinden hissetmesine yol açmasıdır.(91)

-İnsan,ancak sahip olduğu şeyi elden çıkarabilir.yahut sahip olduğu şey üzerinde tasarruf hakkını ve yetkisini kullanabilir.(95)

-Dünyayı sevmek…fakat kendi hatırı için değil,onu yaradan’ın rızası için.sevincin kaynağı gerçekte ne dünyanın hatırı için dünyaya bağlanmakla,ne hatır yüzünden onu terk etmekle mümkün.aslında bir nihilist olarak dünyayı terk etmek kabil de değil.onu da terk edebilmenin de aşkla ilgili bir yanı olmalı.(105)

-Kalkmalı ve doğruyu,yalnızca ve yalın halde doğruyu söylemeli bu insana.ölümün yanıbaşında olduğunu,ummadığı bir anda gelip döşüne(böğür,kalp,yürek)çökeceğini bildirmeli.hayat sevincini bu hakikatte aramasnı söylemeli.(106)

-Kanaat hissinden mahrum bulunan insan,ister istemez rızk endişesine düşmektedir…….rızk endişesinin diğer bir adı da yarın endişesidir.(115)

-Kiliseler:tanrı yalnız o köşelerde,oralarda hapistir,onun hakkını ancak o köşelerde verirsiniz,hakkı yendiğinde bunun hesabını gene yalnız oralarda ararsınız,dışarı çıkmak yasak.(138)

Not: 151 sayfalık bu eserden çıkardığım notlardan sadece birazını paylaşabildim sizlerle sizde takdir edersiniz ki bu notlar bile 151 sayfalık bir kitap için az değil.her müslümanın yada islamı dert edinen her bireyin başucu kitabı olması gerektiği kanaatindeyim.

MÜSLÜMANCA YAŞAMAK/ RASİM ÖZDENÖREN
İZ YAYINLARI