13 Mart 2009 Cuma

tarık tufan/film bitiyor, tükeniyorsunuz

Bir film izler gibi izliyorsunuz hayatı. Dışarıdan ve telaşsız. Olup biten hiçbir şey sizi etkilemeyecekmiş gibi. Bir film izler gibi olaylara bakıp, sonra hiçbir şey olmamış gibi çekip gideceksiniz dostlarınızın yanına. Akşamüstlerinde topladığınız evlerde, konuşacak konularınız olacak böylece mezelerin arasında. İkiyüzlü sohbetlerin arasında tüketilecek başkalarının ölümü.

Siz hep başkalarının ölümlerini konuşacaksınız. Bir gece yarısı asfalta düşmüş bir adamın hikayesini içeceksiniz birlikte. Bir otelin tuvaletinde kolunda şırınga ve bileklerine kan sızarken gazete fotoğraflarına düşmüş bir kızın hikayesi zenginleştirecek kokteyl sohbetlerimizi.

Acı hep başkalarının hayatına düşecek ve siz hep mutluluğu oynayacaksınız. Bir sabah çıkıp da bir daha gelmeyen çocuklar, başkalarının çocukları olacak. Sizin çocuklarınızın hangi barda sabahladığını nasılsa öğreneceksiniz. Kaybolan çocuğunu kalabalık bir caddenin ortasında, elinde taşıdığı resimle arayan anne asla dünyanıza giremeyecek. Sürüklenirken caddenin ortasında o kadınlar siz yine bir film karesini izlermişçesine bakacaksınız, sonra süslü vitrinlere kayacak bakışlarınız. Siz oğullarınızı hiçbir zaman elektrik direğine asılan fotokopi kağıtlarla aramayacaksınız.

Bir cezaevinin önünde, açlığın ölümcül soğukluğuna düşen bir genç kızın babasının çaresizliğini anlamayacaksınız. İçeride ölüme yatmış kızına ağlayan bir baba değilsiniz siz. Çocuğunuzun kredi kartlarını öderkenki hislerinizle benzeşmeyecek asla. Kızı kendini yakıp bir meşale gibi ortalığa düşerken çaresiz babasının yüzüne bakacak cesareti bulamayacaksınız.

Bir filmi izler gibi izliyorsunuz hayatı.

Bazen korkunç bir sahnede gözlerini kapatan ya da yana çeviren bir izleyici gibi. Üçüncü sayfalarda ötekilerin trajedileri yaşanırken, siz bol fotoğraflı ve renkli sayfalarda elinizde kadehlerle, kahkahalar atarken ve gösterişli kıyafetler içinde boy göstereceksiniz.

Okul önlerinde bekleyen kızlar hep başkalarının kızları olacak ve siz kimi gecelerde gösterişli peruğunuzu takarken, bir başkasının taktığı perukla, kişiliğine ve kalbine nasıl yabancılaştığını anlayamayacaksınız. Hayatını barlarda geçiren çocuklarınız nasılsa bol paralı, yabancı üniversitelerde okuyacak.

Emekli kuyruğunda başkaları düşecek.

Bir hastanede ölümüne sıra bekleyenler diğerleri olacak. Ya da yeni doğan bebeği rehin kalan hep başkaları.

Bir filmi izler gibi izliyorsunuz hayatı.

Kirli ilişkileriniz, ağzı salyalı şehvetleriniz, umursamaz bakışlarınız çirkinleştiriyor yüzünüzü. Nefret dolusunuz ve yeriniz hep iyi yerlerden ayrılsın istiyorsunuz. Kendi cam kafeslerinden bakıyorsunuz hayata. Kendi lanet olası mekanlarınıza sokmak istemiyorsunuz kimseyi. Biri gelecek olsa iğrenmiş bir bakışla süzüyorsunuz. Oyunda kralı oynamak size kalırken, başkaları hep soytarıyı oynuyor.

Anlamıyorsunuz ve anlamayacaksınız.

Üst üste intihar eden onlarca kadına, bilmiş bir yüz ifadesiyle, bildik sıfatlar yakıştıracaksınız. Çocuğuna hayatı boyunca muzlu puding alamamış bir kadının böylesi bir hayalini anlayamayacaksınız. Bir şeyi isteyip de alamamak nedir bilmiyorsunuz. Bir şey için aylarca beklemek ve vitrinlerin önünde iç çekmek yok hayatınızda.

İstediğiniz her şeye sahip olmak olağan geliyor size. Çünkü istediğiniz her şeyi aldınız bugüne kadar. Kimilerinin hayatlarını dahi.

Bir filmi izler gibi izliyorsunuz hayatı.

Ölüm hep başkalarına bulaşıyor.

Acı hep başkalarına.

Gitgide kirleniyorsunuz oysa.

Gitgide çirkinleşiyor yüzünüz.

Film bitiyor artık.

KRALİÇENİN PİRELERİ
Tarık TUFAN
Birun Yayıncılık
1. Baskı, 2002, Sf. 111-113

15 Şubat 2009 Pazar

MFA/ ELİF'E DAİR

Elif’e dair,

Sokaklarda yapayalnız sabahın erken vakitleri seni görmek içindi her şey.Sadece ayak seslerim ve düşlerim vardı boş sokaklara yansıyan.Bir de tebessümün… Gözlerimin önünden gitmeyen…O sımsıcak karşılamaların,hiç bıkmadan kapıyı açmaların…
Gözlerindeki gülümseme beni hayata bağlamıştı sımsıkıca.
Sonra ilk senden öğrendim “ nasıl gidiyor hayat” felsefesini.Cevaplar aradım, büyük sandım kendimi sana ulaşabilecek kadar büyük.Sorular içinde boğuluyordum;fakat sana ulaşamıyordum.Tüm kelimelerini,bütün harflerini,dudaklarından dökülen bütün cümlelerini birleştiriyordum;fakat sana ulaşamıyordum.Seni ulaşılmaz yapan neydi böyle onu da bilmiyordum.Ulaşılmaz bir güzelliğin vardı hiç gitmeyen aklımdan hala ve şimdi. Ve bir telefon trafiğine takıldığımda anladım kaybettiğimi seni.İlk arayandın sen, halbuki ilk arayan sen olmamalıydın.
Görmeden sevip de araya girenler ise seni benden iyice uzaklaştırmışlardı.Artık ne tebessümün ne de sımsıcak bakışların vardı.Çünkü aramıza girilmiş ve yok edilmiştik. Sokaklar beni soruyormuş, yansımalar beni arıyormuş her yerde.Kapılar hüzünle açılır olmuş tüm yüzlere.Arayan gözler bulamaz olmuş.Soran diller cevap alamaz olmuş.Çünkü aramıza girilmiş ve yok edilmiştik.
Sigaraya başladım ayrıldım ayrılalı senden.Her içime çektiğimde dumanı, adını yazmak istedim;ama başaramadım. Seni dumanların içinde boğamazdım. Olmasan bile benim için vardın.Geçtiğin yollara bakıyordum artık hiç olmazsa hayalini görebileyim diye.

Yıllardır paylaştığımız koca şehri terk edince sen,her şey daha da üstüme gelmeye başladı.Koca şehir üstüme yığılıyordu.Altında ezilmek ve seni ebediyen görememek. Ya da yığıntıların arasından sıyrılıp hakikati aramak. Tercih benim miydi yoksa bana tercih hakkı veren yaratıcının mı?
Ve ben de gittim koca şehirden.Hem sevinç hem hüzün.Otobüsün kalkışına dakikalar kala bana hızla yaklaşan hayali sen sanıp koşuyordum sana gelebilmek için.Koşuyordum çılgınca, gözlerim her yerde seni arıyordu.Koşuyordum çılgınca…Hayalini nerde görsem o yöne koşuyordum;ama sen yoktun. Diz çöktüm, başım ellerimin arasında kulaklarımda uğuldayan bir ses. Sonra yalvardım yaratıcıya “beni Sen’ siz bırakma” diye.
Cam kenarında… elim, başım ile cam arasında.Küçücük bir şehre giderken aklım hep hayallerimi bıraktığım koca şehirde.Haberler saldım koca şehre senin hatırına. Buluşmalarımızın anısına “koca şehre sahip çıkın” dedim dostlarıma. O küçücük şehirde hep senin adını andım;fakat kimselere kim olduğunu söylemedim.Hep sakladım seni bugünkü gibi.Adın nerede anılırsa anılsın ben kendimi hep orada hissediyordum.Senin hatırına ilk oldum ismin gibi. Senin hatırına ilk oldum…
Kimselerden kaçırmak için bir adım daha yaklaştım sana.Ne garip duygudur ki yaklaşsam bile sana sen yoktun ki…
Yanı başında idim…Uzatsam elimi değerdim… Gözlerini görebilsem görürdüm…Tebessümlerini hissedebilirdim…Sokaklarda yalnız yürüyen ben, “seni seviyorum” diyebilse idim…Yaratıcıya yalvardım “beni Sen’ siz bırakma” diye…

Seni sonsuzluğa uğurladığım gün yaşama hakkımı vermişti yaratıcı bana;belki de senden O’na bir yol vardı ve benim o yolda olmam gerekiyordu. Demiyor muydu yaratıcı “ömrünün sonuna kadar benimle ol” diye. Sonsuzluğa uğurladığım gün seni; yaratıcı bir resim bahşetti, ömürlüktü, dediği gibiydi O’nun.
Ve seni bir İstanbul sabahı mabet ile buluşturduğum gün,hani aramıza gireni gördüğüm gün,sensizlik ve sessizlik başlamıştı. Artık sen yoktun. Sen O’ydun.
O ise Yağmur…

bir gece vakti
5 Temmuz 08
MFA

5 Ocak 2009 Pazartesi

MUHAMMED SADIK ÖKSÜZ/Görüntü ile Gerçeklik ayrımına Kur’ânî bir yaklaşım

Görüntü ile Gerçeklik ayrımına Kur’ânî bir yaklaşım

Musa (a.s) ile Hızır (a.s) öyküsünde (Kehf Sûresi 60–82) mânevî/rûhânî uyanış teması anlamlı bir değişime uğrayarak insanın zihnî sorunlar dünyasına ve nihaî gerçekler peşindeki arayışına dönüşür.
Görüntü ve gerçeklik, öykünün ortaya koyduğu kadarıyla, temelden farklı şeylerdir –öylesine farklı ki, neyin görüntü, neyin gerçek olduğu konusunda bize ancak sezgisel kavrayış bir fikir verebilir.[1]
[1] Kur’an Mesajı /meal-tefsir/Muhammed Esed/işaret yay./s. 583

Bu ise Allahın, dilediği kadarıyla, dilediği kimseye vermiş olduğu bir bilgidir.


Hadis-i şerifte kıssa şu şekilde anlatılmaktadır:

Mûsa (a.s), Benî isrâil’in arasında onlara hitap etmek için ayağa kalktı. Kendisine insanların en âlimi kimdir diye soruldu. Mûsa: “En âlim benim.” dedi. Bunun üzerine Allah onu muâheze eyledi. Çünkü ilmi Allah’a tefviz etmedi. Allah ona: “İki denizin kavuştuğu yerde benim kullarımda bir kul var, o senden daha âlimdir.” diye vahiy indirdi. Mûsa:
“ Ey rabbim! Benim için onunla buluşmanın yolu nedir? “ diye sordu.
Kendisine:
- Bir zembilin içine bir balık koyarak sırtına al. Bu balığı nerede kaybedersen, o zât oradadır, denildi.

Mûsa yola revân oldu. Onunla birlikte hizmetçisi de yola çıktı. (bu zat Yûşa b. Nûn, idi)
Mûsa (a.s) bir zembilde balık taşıyordu. Hizmetçisi ile birlikte yürüyerek gittiler.
Nihayet bir kayaya vardılar. (orada) gerek Mûsa (a.s) gerekse hizmetçisi uyukladılar. Derken zembildeki balık harekete gelerek zembilden çıktı. Ve denize düştü.

Mûsa ile hizmetçisi günlerinin kalan kısmı ile geceyi de yürüyerek geçirdiler. Mûsa’nın hizmetçisi ona balığı haber vermeyi unutmuştu. Mûsa (a.s) sabahlayınca hizmetçisine:
- Sabah kahvaltımızı getir. Gerçekten bu yolculuğumuzda zorlandık, dedi. Halbuki balığı kaybettikleri yere gelinceye kadar yorulmamışlardı. Hizmetçi:
- Gördün mü, kayaya geldiğimizde ben balığı unuttum, onu hatırlamayı bana şeytan unutturdu. Ve denizde yolunu tuttu! dedi. Mûsa:
- İşte bizim istediğimiz buydu, dedi. Hemen kendi izlerini takip ederek geriye döndüler. Nihâyet kayaya geldiler. Orada elbisesine örtünmüş bir adam gördüler. Mûsa ona selam verdi. Hızır ona:
- Buralarda selam ne gezer?
- Ben Mûsa’yım!
- Benî isrâil’in Mûsa’sı mı?
- Evet!
- Sen Allah’ın ilminden bir ilmi bilmektesin ki, Allah onu sana öğretmiştir. Onu ben bilmem. Ben de Allah’ın ilminden bir ilim üzereyim ki, onu bana öğretmiştir. Onu da sen bilmezsin, dedi. Mûsa (a.s) ona:
- Sana öğretilenden hakkı bana öğretmen şartıyla sana tabi olabilir miyim? Diye sordu. (Hızır) :
- Sen benimle beraberken sabra takat getiremezsin. İyice bilmediğin bir şeye nasıl sabredebilirsin ki? dedi. (Mûsa) :
- Beni inşallah sabırlı bulacaksın. Sana hiçbir hususta karşı gelmem, dedi. Hızır ona:
- O halde bana tabi olacaksan, bana hiçbir şey sorma. Tâ kî kendim sana ondan bir şey anıp söyleyinceye kadar! dedi. Musa:
- Pekâla! Cevabını verdi. Müteakiben Hızır’la Mûsa deniz sahilinden yürüyerek yola revan oldular. Derken yanlarına bir gemi uğradı. Bunlar kendilerini gemiye almaları hususunda gemicilerle konuştular. Gemiciler Hızır’ı derhal tanıdılar. Ve ikisini de ücretsiz olarak gemiye bindirdiler. Derken, Hızır geminin tahtalarından birine vurarak onu çıkardı. Bunun üzerine Mûsa ona:
- Bir cemaat bizi parasız gemilerine bindirdiler. Sen onların gemisine kastederek yolcularını boğmak için zarar verdin. Gerçekten çok büyük bir iş yaptın, dedi. Hızır:
- Ben sana benimle beraber sabra güç yetiremezsin demedim mi? dedi. Mûsa:
- Unuttuğumdan dolayı beni azarlama, işimde bana güçlük çıkarma, dedi. Bundan sonra gemiden çıktılar. Sahilde yürürlerken bir de baktılar ki, bir erkek çocuk diğer çocuklarla oynuyor. Hızır hemen onu tuttu ve öldürdü. Bunun üzerine Mûsa:
- Mâsum bir nefsi kısas hakkın olmaksızın öldürdün mü? Gerçekten yadırganacak bir şey yaptın! dedi. Hızır:
- Ben sana benimle beraber sabra güç yetiremezsin demedim mi? dedi. Mûsa:
- Ama bu birinciden daha şiddetli idi, dedi ve ilave etti: bundan sonra sana bir şey sorarsam bir daha benimle arkadaşlık etme. Benim artık özür beyan edecek durumum kalmadı, dedi. Yine yürüdüler. Nihayet bir köye vararak köylülerden yiyecek istediler. Onlar kendilerini misafir etmekten çekindiler. Bu sefer giderken köyde yıkılmak üzere olan bir duvar buldular. Hızır hemen onu doğrulttu. Mûsa ona:
- Bir kavim ki, kendilerine geldik de bizi ne misafir ettiler, ne de doyurdular. Dilesen bunun için ücret alabilirdin, dedi. Hızır:
- Artık bu senle benim aramızın ayrılmasıdır. Sabredemediğin şeylerin içyüzünü sana haber vereceğim, dedi... ( Kehf Sûresi ,78-82 )

Rasûlullah (s.a.v) buyurmuşlar ki: “ Allah Mûsa’ya rahmet eylesin. Dilerdim ki, sabretmeliydi de Hızır’la beraber görüp geçirdiklerini bize anlatmalıydı...”


Allah teâlâ bu kıssayı Peygamberimizin şahsında bize de sunmaktadır ki, “İnsan âciz bir varlıktır ve Peygamberler dahî Allah’ın bilgilendirmesine muhtaçtır.”

Allah’u a’lemu...